Akıl İman Etmeyi Gerektiriyor
Kâinatta var olan düzeni, nizamı, intizamı düşündüğümüzde bunun tesadüfen olduğunu düşünmek hangi akıl ile düşünülebilir. Biz akıllarımızla buna yol bulduk diyen materyalist felsefenin bu düşüncesi üzerine Dr. Hakan Yalman ile akıl-iman ilişkisini konuştuk. Hakan Yalman; “akıl-iman ilişkisinin birbirine paralel olduğunu ve doğru bir aklî sürecin insanı Yaratıcısına götürmemesinin mümkün olmadığını söylüyor.”
Felsefî bir akım olan ateizmin literatürdeki tanımı nedir?
İzm’li kavramlar genelde antitez olarak ortaya konan kavramlardır. Ateizm, agnostizm gibi ‘a’ ile başlayan bir şeyin ‘antisi’ ya da ‘aksi’ olarak ifade edilen şeyler bir karşı duruşu ifade ediyor. Bir anlamda aslında karşısında olan şeyin kabulünden sonra, ona karşı duruşun bir ifadesi. Bilimin ifadesiyle -tanrı denen bir varlığın- kavramını kabul etmek ya da etmemek gibi ortaya çıkan, gerek semavî dinlerin, gerekse semavî dinlerin dışındaki gücün varlığına karşı duran bir bakışı ifade ediyor. Buradan da şu ortaya çıkıyor. Bu aslında kendi başına ortaya çıkan bir yapı değil, var olan bir yapıya karşı duruşla, onun varlığından beslenen bir karşı duruş. Tez olmadan bir antitez olma noktasında duruyor.
Ateizm ve agnostizm arasındaki fark nedir?
Herhangi bir çaba içerisinde olmamak manasındadır, yani ‘nozi’ dediğimiz belirlenme bir kavramdan hareketle varlığı ya da yokluğu arasında bir görüş içerisinde olmadan ne varlığına dair bir gayretimiz ne de yokluğunu ispatlamaya dair bir duruşumuz var.
AKIL VE İNANÇ, BİRBİRİNİ DESTEKLİYOR
Aklî delillerle yaratıcının yokluğuna inandıklarını iddia ettiklerini düşününce akıl ile inanç arasında nasıl bir ilişki vardır? Akıl inancın önünde bir engel midir?
Akıl Said Nursi’nin ifadesiyle belki de işin merkezi noktasındadır. Bunu İmam-ı Gazali de ifade ediyor. İlk yaratılan şey diyebiliriz akıl için. Akıl Rabbine muhatabiyetin, inanmanın temel unsurudur. Yine olaya fıkhî açıdan da bakıldığında imtihana tabi olmanın gereği “akıl sahibi” olmaktır. Akıl olmadan imtihanın çok fazla bir anlamı kalmıyor. Akıl ve inanç birebir ilişkili ve birbirini de destekleyen unsurlar.
Akıl ve inanç birbirine paraleldir. Sağlam bir inanç için doğru bir aklî sürece ihtiyaç vardır. Ve doğru bir aklî sürecin de sağlam bir inanca götürmemesi mümkün değil diyebiliriz, ama aklın doğru işliyor olması lâzım. Üstadın çok güzel bir tabiri var: “Aklı gözüne inmiş olmak”. Aslında bu genel bir mânâyı da ifade ediyor. Aklın sadece algılara sınırlı kalması anlamına gelmektedir. Eğer akıl; sadece algılara sınırlı kalırsa, o zaman maddenin arkasındaki gerçekliği algılayamaz, tanımlayamaz ve ona dair çıkarımlar yapamaz hale geliyor. Malûm İbni Sina’nın dahî olmasına rağmen esas imtihanda yaşadığı şeyle en iyi ihtimalle ‘adi bir mü’min derecesindedir’ hükmünü almasının sebebi; metafizik eserlerin etkisinde kalarak aklı materyal anlamda kullanma sonucunda ortaya çıkan hakikati, sadece algılara sınırlı olarak ortaya koymaktır. Aristo’nun bu metafizik tavrını Beytü’l-Hikmet’te görebiliriz. Hatta Farabi’nin bunu 40 kez hıfzettiğini söylerler. Bunların etkileriyle meselâ İbn-i Sina, haşir aklın içinde var olan bir gerçeklik olmasına rağmen ‘Akıl buna yol bulmaz’ demiştir. Bugünkü Fizik biliminin geldiği noktada anlıyoruz ki, akıl sadece görünenden, mekanik alandan ve algıların bizim âlemimize taşıdığı mânâdan ibaret değil. Akıl çok daha ötesini ifade ediyor. Temel problem akılda değil aklın hapsedildiği alanda ve aklın kullanılma şeklinde. Felsefenin asıl problem yaşadığı alan, aklı sadece maddî alanda değerlendirebilen bir bakış açısı geliştirmiş olmasıdır.
MATERYALİSTLERİN ALDANDIĞI NOKTA…
Bilimsel birçok gerçeklik yaratıcının varlığına delil olurken neden bu ısrarcılık?
Israrcılıklarının sebebi tamamen duygusal kendi konumlarını ve alanlarını kaybetmemek. Eğer bunun peşini bırakırlarsa o zaman üzerinde hakikatlerini bina edecekleri bir şey kalmıyor. Materyalizmle ilgili en büyük problem sebep sonuç bağlantısının işlediğini zannetmeleri, vehmetmeleridir. Onlar açısından temel problem şu gibi görünüyor: “Biz başlangıcın nasıl olduğunu izah edemiyoruz” diyorlar. Bize göre işin hakikati ya da Üstadın bakış açısından baktığımızda o sebep sonuç arasındaki bağlantıda da ciddî problemler var. Onların çözdüğünü zannettiği alanda da ciddî problem var. Sadece kendi aklî alanlarının içerisinde bir tutarlılık sağladıklarını düşündükleri için orayı çözdük diyorlar.
“HER ŞEYİ KUŞATAN” BİR BAKIŞ AÇISI OLUŞTURAMIYORLAR
Üstadın bakış açısı derken kâinattaki düzen ve sebep sonuç ilişkisi mi?
Sebep, sonucu doğuruyor bu doğru. Bu bundan oldu, bu da budan oldu peki ilk başlangıç nasıl oldu? Varoluş hakikati var. Dolayısıyla bir başlangıca gerek yok diyen bakış açısında, bilimin bir ilah olarak kabul edilebileceği noktasında bulunanlara baktığınızda belli bir alan tanımlayıp “Burası bilimin alanıdır, bunun ötesi bilimsel olmadığı için ben orada bir yorum yapmıyorum, burası benim ilgi alanıma girmiyor. Burayla ilgili ben artık metafizik bir gerçeklik olduğu için bir şey söyleyemem” şeklinde bir kaçış hali var. Beni şu ana kadar görüşüp konuştuğum, bir araya geldiğim kişilerden hiçbiri enine boyuna her tarafı kuşatan bir bakış açısı oluşturamıyor.
Peki bilimi siz kendi âleminizde nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilimi kendi âlemimde kolektif aklın ortaya konuş metodu diye değerlendiriyorum. İnsanın ortak aklının kendi beyin süreçleri içerisinde oluşan bir bilim hakikati şeklinde hayata yansıyor. Dolayısıyla orada aklın gerçekten üst düzey bir yansıması var, ama bu sadece o alanda sınırlı kaldığı zaman gerçek akıl anlamını da alamıyor. Hep yaygın bir şey vardır ya ıq ve iq zekâ katsayısı ve duygu katsayısı bunun toplam insanlık hayatına yansıyan şekli nedir derseniz ıq’nün karşılığı bilim olursa, iq’nün karşılığı da manevî birikim olarak kabul etmemiz lâzım. Bu ikisi birlikte olmadığında insanlık şahs-ı manevisi, insanlık şahsiyeti ideal bir kimlik kazanamaz. Sadece bilim üzerine kurulu bir insanlık âlemi tahayyül edersek burada çok ciddî kargaşalar ve o insanlığın istikamet dediğimiz her şeyiyle dengeli, hayatı doğru algılayan ve bunun üzerine sevgidir, insanî ilişkilerdir ve insanlığın birbirine karşı sosyal hayat içerisinde oluşturduğu duygulardır bunların oluşabilmesinin bir zemini kalmaz. Meselâ Hedonist diye bir akım sadece aklın ortaya koyduğu verilerle çıkabiliyor. Ya da pragmatizm dediğimiz bir yaklaşım sadece aklî yaklaşımlarla ortaya çıkıyor. Yani işin içinde eğer duygu olmazsa, işin içinde kişiyi bağlayan vahye dayalı gerçeklikler bulunmazsa tamamen arzî bir yaklaşımla bu tarz her şey menfaat üzerine yürüyor ya da “asıl mesele haz alabilmek”, “tadını çıkarmaya bak” gibi yaklaşımlar ortaya çıkabiliyor. Bu da işte aklın saptığı noktalar ve bu da sadece materyal dünyadaki aklın karşılığı olan bilimin saptığı noktalar diyebiliriz.
GERÇEK AKIL VAHİYLE İRTİBATLI OLANDIR
Yani vahiy olmadan akıl tek başına yol bulamıyor diyebilir miyiz?
Evet. Gerçek akıl ancak vahiy ile irtibatlı olduğunda akıldır.
Big Bang Teorisi bize maddenin bir başlangıcı olduğunu ispat etmiyor mu?
Madde ezelî midir, yoksa başlangıcı var mıdır? Bir yerden itibaren yaratılmışlığını ortaya koyacak gerçekliği biz laboratuvar ortamında ortaya koyabilir miyiz? Yani bunu gözlemleyebilir miyiz? Burada bunun tam karşılığı CERN’de yapılan deney. Gerçekten eğer bir madde oluşmuşsa ilk önce fotonla, fotondan sonra da gördüğümüz zerreler âlemi vücuda gelmişse o zaman biz bunu laboratuvar ortamında ortaya koyabiliriz. Meselâ Higgs diye bir partikül (parçacık)… Bunu da Peter Higgs diye İngiliz bir fizikçi tanımlamış. Higgs diye bir partikül varsa maddenin de gerçek bir başlangıcı maddî alanda da bunun göstergesi olan bir veri elde etmiş oluruz. Ve buradan da şu ortaya çıkar; Semavî dinlerin ifade ettiği gibi “madde bir sıfır noktasından başlayıp, büyüyüp gelişmiştir” çizgisi, bakışı doğrudur. Hatta bu yüzden Letherman “Tanrı taneciği” dedi bu Higgs Bozonuna. “Biz maneviyatı karıştırmayalım bu tamamen bilimsel bir çalışma, Letherrman şunu demek istedi bunu demek istedi” gibi şeyler söylendi. Baktığımızda da Letherman’ın dediği şey, kendinden dinlediğinizde bu. Yani “Evet bir maddenin başlangıcı varsa bu başlangıç da bir yaratıcıyı gerekli kılıyor. O zaman böyle bir bozonun laboratuvar ortamında ortaya konması Tanrının varlığına bir işarettir” dedi ve neticede şu anki gelen verilere, bilgilere göre de CERN’de yapılan deneyde gerçekten bir Higgs Bozonu varlığı laboratuvar ortamında ortaya konmuş oldu.
Allah’ın varlığına işaretse Higgs Bozonu, akıl ile maddenin ezeli olduğunu düşünenlerin bunu algılayamaması ilginç geliyor. Burada aklın rolü nedir?
Burada “aklın doğru işleyişi” demiştik... Meselâ aklın doğru işleyişinde doğru bir kelâm yaklaşımı vardır veya doğru bir semavî kitap yaklaşımı vardır. Burada da hep ikililik var. Temelde ikililik var. Aynı şunun gibi: Şu an biz bu kadar elektronik gelişmeleri nasıl yaşıyoruz? İkili sisteme geçildikten beri... Dijital dediğimiz ikili sisteme geçişlerle yaşamış oluyoruz. Sadece sıfır ve birle bütün bu etrafımızda gördüğümüz şeylerin hepsini tanımlayabiliriz. Burada sıfır ve birin belki de karşılığı var ya da yok. Şimdi hayatın özünde, her şeyin özünde bir ikililik var. Yani bir ‘vücud’ ya da ‘adem’ gibi, ‘mülk’ ya da ‘melekut’ gibi… Bir de bunu şuraya yansıttığımızda var olmakla da ilgili ikili bir durum var. Bir şey ya yaratılmıştır ya da yaratmıştır. İkisi bir arada olmaz. Şimdi yaratılmış bir şeye o zaman nasıl yaratılmış dersen o zaten yaratmış olmaktan çıkar. İki özellik aynı anda, bu ikili ayrımı yaptığınızda temele inildiğinde ya vardır, ya yoktur, ya birdir, ya sıfırdır. Sıfır bir olursa o artık sıfır olmaktan çıkar ve bağlantı kopar. Yani sıfır birler bağlantısı kalmaz. Aklın aslında doğru işleyişi sonucunda ulaşılan bir noktadır. Meselâ kelâm ilmini doğru okumuş, aklın verilerini doğru kullanmış ya da tasavvufta vücut hakikatini doğru okumuş ve aklın çok üst mertebelerine çıkmış kişilere baktığımızda bu noktaya gelmişler. Bu noktaya gelmelerinin temel metodu bu ikili yapıyı tanımlamış olmak ve onun üzerinden hakikati anlamış olmak.
BİR ŞEY HEM YARATAN, HEM YARATILMIŞ OLAMAZ
İkili hakikat felsefe ve diyanet gibi yani?
Evet. Mülk ve melekût diye kabul etmediğinizde varlığı doğru ve gerçek aklın zemininde anlama imkânınız kalmaz. Allah’ı anlayamazsınız, kalbi anlayamazsınız, aklı anlayamazsınız, iradeyi anlayamazsınız, kaderi anlayamazsınız.
Bir şey hem zaman ve mekândan münezzeh hem de zaman ve mekân sınırlılığı içerisinde olmaz. Bir şey hem yaratan hem de yaratılmış olmaz. Bir şey ya lokomotiftir ya da vagondur. İlla ki vagonları bir lokomotif çeker. Lokomotifi ne çekiyor derseniz, zaten çekiliyorsa o lokomotif değil artık vagona dönüşmüştür. Bunu bu çekiyor, bunu bu çekiyor bunu da lokomotif çekiyor. Peki, lokomotifi ne çekiyor? O zaman lokomotif tanımı ortadan kalkıyor ve çekilen bir şeye dönüyor.
KOLEKTİF BİR GAFLET HALİ VAR
Bu hakikatleri algılamak için sorgulamak icap etmez mi, lâkin şimdi sorgulamayan bir gençlik olduğundan dem vuruluyor özellikle üniversitelerde.
Böyle bir problem var. Problemin arka planında da maddenin ve hayatın aşırı yoğunluğuyla buraya konsantre oluşun getirdiği özden kopuşla bağlantılı bir şey. Bugün bir gencin dünyasında ne var diye düşündüğümüzde hangi okula gideceği, ne kadar para kazanacağı, ilerde hangi maddî imkânlara sahip olmayı hedeflediği duygular var. Bu da şöyle bir baktığınızda kendi gerçekliğinden kendi özünden ve “Ben kimim? Bu âlemde niye varım? Niçin bu dünyaya gönderildim? Burada varoluş maksadım ne?” gibi sorularının gündeme gelmediği, aslında kolektif bir sarhoşluk ve gaflet hali var. Bütün değerler bu çerçevede şekillendiği ve normalleştiği için artık herkesin dünyasında böyle bir yapı oluşmuş. Ve onun dışındaki bir âlem, neredeyse varlığından haberdar olunmayan bir âlem şekline dönüşmüş.
İlk önce neyi sorgulamak gerekir dersek?
İlk şunu sorgulamalı: “Varlık kendi başına mı oluyor, yoksa birinin var etmesiyle olabilecek bir şey mi?” Bu temel soruyu cevaplamadan diğerlerine geçme imkânı kalmıyor. Allah’ı tanımayan, Allah ile bağı kopmuş birinin kaderle bağının olması çok beklenecek bir şey değil. Çünkü direkt Allah ile bağlantılı bir hakikat. Meselâ peygamberleri ve semavî dinleri de kabul etme imkânları kalmıyor.
Peki bilmeden de olsa bir mü’minin bir şeyleri sebeplere, tabiata dayandırması ne mânâya gelir?
Üstad onu güzel ifade etmiş. Ateizmi işmam eden haller demek doğru. Ateist olmak bir iradî durumu kasti hali ifade ediyor, ama ateizmi işmam eden bir haldir diyebiliriz. Ateizmin kokusu olan, sanki verilerini barındıran bir hal denebilir buna.
Üstad genelde “dinsizlik cereyanı”, “materyalist felsefe” tabirlerini kullanıyor. Üstad Risalelerde neden ateizm terimini kullanmıyor?
Şundan çok emin değilim. O dönemde bu terim ıstılâhta çok var mıydı acaba? Belki de o dönemin terminolojisi içinde olmadığı için olabilir. Bu tarz tabirleri kullanmaktan ziyade kendi terminolojisini oluşturmak gibi yaklaşımı da var Üstadın. Neticede felsefî bir terim ve bunun belki de en ideal karşılığı dinsizlik denebilir. Risale-i Nur metni içerisinde ateizm kelimesinin yer aldığını düşündüğünüzde o metne ve metnin ahengine, genel insicamına da çok uymuyor.
ATEİZM, KENDİ İÇ DİNAMİKLERİYLE OLUŞMUŞ BİR FELSEFE DEĞİL
Son olarak toparlamaya çalışırsak…
Önemli olan nokta, ateizmin temel ruh halinde bir karşı duruş olması… Ve bu karşı duruşun da iki boyutu var: Ya mevcut duruma itiraz, olan durumu kabul etmemek. Aslında bu mevcut duruma itiraz, olan durumu kabul etmemektir. Kabul etmeme davranışından kaynaklanan bir şey var ki; çoğunluk bunun üzerine bina edilmiş.
Bir de meselâ Allah’ın yok olduğunu bir tez olarak ortaya koyup da, karşı cepheyi çürütmek yerine kendi yokluk felsefesini ortaya koymak üzerine hareket edenler… Ne kadar vardır derseniz çok fazla böyle bir yaklaşım içerisinde olan yok. Ateizm aslında teizm karşısındaki bir davranış. Teizm ortadan kalksa sanki Ateizm diye bir durum da kalmayacak. Risale-i Nur’da Üstadın ifade ettiği şekliyle ya “kabul-ü adem” olacak ya da “adem-i kabul” olacak. Ama çoğunluğun haline baktığınızda bir çoğunun genel yaklaşımı, ortaya konan bir şeyi çürütmek üzerine bina edilmiş. Meselâ Allah’ın yok olduğunu bir tez olarak ortaya koyup da bunun üzerinde ciddî çalışmalar yapan pek kimse yok! Daha çok varlığını ortaya koyanları çürütmeye çalışan ve burada bir tür cerbezeyle meselâ Darwinizm, Pozitivizm ya da Materyalizm gibi maddenin kendi iç mekanizmalarıyla her şeyin yürüyebileceğini ve buradan bir yaratıcının varlığına gerek olmadığını iddia eden bir yaklaşım var. Bu da şunu ortaya koyuyor: Ateizm aslında kendi iç dinamikleri ile oluşmuş, gelişmiş ve bir varlık ortaya koyan bakış açısı değil, tamamen karşı felsefenin büyümesiyle birlikte aykırı duruşu ifade eden bir bakış ve varlığını enerjisini hayat kaynağını tamamen karşı duruştan alıyor. Karşı cepheleşmeden alıyor. Bunun da anlamı bir yönüyle duygu ya da bilgi hissediş anarşisi denebilir.
ALLAH’I İNKÂR ETMENİN PSİKOLOJİSİ!
Bir yaratıcının olmadığına inanmayı neden tercih ediyorlar?
Burada psikolojik faktörler devreye giriyor. Bir kere korku var; yani ölüm ve ölüm sonrası var. Ölüm sonrası için eğer siz inanmıyorsanız alt yapısında şöyle bir şer var: “Eğer Allah varsa azap var; azap olacaksa da ‘Allah’ın olmamasına inanmak’ yakınında olmamız gereken bir şey” diye düşünüyorlar.
KUR’ÂNÎ AKIL VE HİKMET GEREK…
Peki “Akletmezler mi?” âyeti konumuzun neresinde?
Doğru aklı, muhatap aldığı şey semavî ve Kur’ânî aklı ifade ediyor. Kur’ân’ın gerçekliği ile irtibatlı aklı ifade ediyor olmalı. Yoksa materyal aklın sadece beyin fonksiyonunun cerbeze tarafında yer alan kuvve-i akliyenin bu neticeye ulaşması çok beklenen hedef değil. Burada asıl muhatap ‘hikmet’ diye ifade ettiğimiz kuvve-i akliyenin vasatı olsa gerek.
Peki, hikmet kelimesinden ne anlamalıyız?
Kur’ân’ın verileriyle şekillenmiş, Kur’ân’ın hakikatlarıyla irtibatlı ve varlığın gerçekliğini o çerçevede anlamaya çalışan akıl hakikati ve onun varlık içerisindeki yansımasıdır. Bu akımın mahrum kaldığı şey yani…
Habibe Işık
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.