Türkiye savaşa girme meraklısı değil...
Ankara'da herşey bekleniyordu da, Suriye bombalarıyla beş insanımızın ölmesi
beklenmiyordu. Hava birdenbire karardı, fırtınalar koptu. İktidar belki gündemin değişmesinden hoşlanmış olabilir. Zira, Suriye olmasa şimdi büyük olasılıkla Erdoğan’dan sonra Ak Parti' de kimin Başkan olacağını konuşuyor olacaktık.
Olayın duyulmasıyla birlikte , özellikle ilk saatlerde , kamuoyunda bir korku yayıldı. "Eyvah, savaşa mı gireceğiz ?" soruları sorulur oldu. Ankara'da olayı etkileyen kişilerle konuşunca, Türkiye' nin öyle kolay kolay savaş havasına girmek istemediğini hemen anladım.
İçim rahatladı.
Hem sivil otorite, hem de asker çok soğukkanlı davrandı. Senaryolar devreye sokuldu.
İki seçenek üstünde duruldu.
Biri, bu bombaların bir tahrik olduğu, Esad'ın Türkiye'yi savaşa sokma girişimi olarak nitelendirildi. Aslında mantıklı bir senaryo. Şu aşamada, Suriye'ye saldırması durumunda Türkiye suçlu duruma düşecekti. 3-4 bomba düştü diye savaşa girmek, Ankara'yı savaşa teşne bir konuma sokacak, Rusya ve İran'ın Esad'a daha fazla destek vermeleri, kol kanat germeleriyle sonuçlanacaktı.
Diğer seçenek, bu bombaların gerçekten Akçakale' ye kazara düşmüş olmasıydı. Suriye ordusunu biraz bilenler için, bu varsayımın doğru olduğunu belirtiyordu.
Ankara akıllı davrandı.
Bir yandan misilleme yaptı,
bir yandan diplomasi trafiğini arttırdı.
BM Genel Sekreterinin dikkatinin çekilmesi ve NATO Daimi Delegeler Konseyinin toplanıp destek açıklaması yapmaları önemliydi. Hele karşılık bombardımanı, kamuoyunda rahatlama yarattı. Türkiye' nin gereken yanıtı verdiği izlenimi yerleşti.
Asıl bundan sonrası çok daha önemli...
Hadi bu defakini de atlattık diyelim...
Eee bundan sonra ne olacak ?
Önce uçak olayı, şimdi de bombalar.
Yarın bu gidiş sürerse, Ankara fiilen tepki göstermek zorunda kalabilir. Esad, 9 kasım'daki Amerikan Başkanlık seçimleri öncesinde Türkiye'yi kışkırtmak ve Washington ile çelişkiye düşürmek isterse, bu tip kazarı tekrarlayabilir.
Tehlike de budur.
Türk kamuoyunu tatmin edebilmek için, Ak Parti hükümeti aynı temkinli tutumu sürdürmeyebilir. O zaman da kıyamet kopar. Zira Washington, Başkanlık seçimleri öncesinde, Suriye' ye karşı,Türkiye gibi bir müttefiğinden kaynaklanacak, herhangi bir silahlı çatışma istemiyor.
Asıl herşey bundan sonra başlıyor.
Meclis'in darbeler komisyonuna dedim ki...
Çok heyecanlandım.
Meclis'in darbeler Komisyonundaki konuşmamda, 4 ayrı darbenin hem kitabını yazdığım, belgesellerini yaptığım için, olaya farklı yaklaştım. Darbelerin ortam noktalarına dikkat çektim.
27 Mayıs 1960 darbesi, bence bir ayaklanma veya açıkçası bir ihtilaldi.
12 Mart 1971'in ise ne olduğu pek anlaşılamayan garip bir iç kavgaydı.
12 Eylül 1980 darbelerin anasıdır. En ağır izler bırakanıdır.
28 Şubat 1998 ise post modern bir darbe girişimidir.
Bütün bu darbelerden, tek başına askerlerin sorumlulu tutulmamaları gerektiğini anlattım. Hepimiz sorumluyuz.
Siyasetçimiz, darbelere HAYIR diyemediği için...
Medya 'nın bir kesimi kışkırttığı veya karşı çıkamadığından dolayı...
Sivil Toplum örgütleri, kimi sendikalar çanak tuttukları için...
Üniversiteler, emekliler lobisi (Asker-Polis-Yargı -Siyasetçi) Askeri çağırdığı için...
Dedim ya, hepimiz sorumluyuz. Şimdi kalkıpta cadı avına çıkmaya hiç gerek yok. Ben de hiç isim vermedim. Oysa söyleyebileceğim öyle kişiler vardı ki...Öyle gazeteci-köşe yazarları vardı ki...
Ben o defteri kapattım.
Bundan sonra darbe görmek istemiyorsak, o zaman gelin askerimizi başka türlü eğitelim...Gelin genç kuşaklarımızı, demokrasiye inandıralım...Aksi halde yine aynı kısır döngü ile karşı karşıya kalıveririz.
Bu komisyon tarihi bir görev yapıyor. Sonunda verecekleri rapor, suçluları göstermek yerine, Türkiye' nin geleceğini aydınlatmalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.